Şiddet.. Son dönemlerde giderek arttığına her türlü medya iletişim aracı yardımıyla daha sık tanık olduğumuz, hakkında sürekli konuşulan ve fikir üretilen ancak yine de bitmeyen gündem maddesi. Hepimiz, savaşın olmadığı bir yerde her zaman barışın hüküm sürdüğü sanısına kapılmışızdır; oysa ülkelerin savaş ilan etmediği her durumda barış, huzur, refah içinde yaşamıyoruz; kendi içimizde yaşanan gelgitleri, çekişmeleri, konuşmaları ya da savaşları da hiç hesaba katmayalım. Haberlerde sık sık okuduğumuz ya da dinlediğimiz gibi, kadına, yaşlılara, çocuklara, erkeklere, gençlere yönelik şiddet haberleri sürüp giderken savaşın olmadığını söylemek mümkün değil elbette. Bunlar, yalnızca medya işçileri tarafından ele alınıp evlerimize kadar getirilmiş şiddet haberleri; oysa işin bir de görünmeyen yüzü var. Tehlikenin büyüklüğünü kavrayabilmek için Dünya Sağlık Örgütü'nün yakın zamanda yaptığı bir açıklamayla bir yılda 1,6 milyondan fazla sayıda insanın şiddet gördüğü gerçeğine bakmak bir fikir oluşturabilir. Şiddetin bu kadar yaygın hale gelmesi, aslında bir anlamda ona sessiz kalınmasının yanında şiddeti nasıl tanımladığımız ya da ne tür bir davranışın şiddet olarak adlandırılacağını bilememekten de kaynaklanıyor. Şiddeti evde, okulda, stadyumda, kitle iletişim araçlarında, iş yerinde, sokakta, kısacası insan insana etkileşimin olduğu her yerde görmek mümkün. Dünya Sağlık Örgütü 2002 yılındaki raporunda şiddeti “Fiziksel güç ya da kuvvetin, amaçlı bir şekilde kendine, başkasına, bir gruba ya da topluluğa karşı fiziksel zarara ya da fiziksel zararla sonuçlanma ihtimalini artırmasına, psikolojik zarara, ölüme, gelişim sorunlarına ya da yoksunluğa neden olacak şekilde tehdit edici biçimde ya da gerçekten kullanılmasıdır” olarak tanımlıyor. Şiddet deyince akla ilk önce cinayet, tecavüz, gasp, yaralama, aile içi şiddet, darp etme/dövme, kavga, terörizm ve savaş gibi olaylar gelir. Bu tür davranışların şiddet olduğu doğrudur, ancak bunlar şiddet davranışının yalnızca fiziksel ve cinsel olan kısmıdır. Sıklıkla atlanan, çoğu zaman şiddet olarak algılanmayan, belki şiddet olarak adlandırılmadığı için de olağan bir davranış olarak kabul edilen, hatta boyun eğilen şiddet türlerinden biri ise duygusal şiddettir. İş yerinde, evde, sokakta, arkadaş ortamlarında aslında farkına varmadan maruz kaldığımız bu şiddet türü, kendisini aşağılama, dışlanma, hakaret, eleştirilme, yok sayılma gibi yineleyici biçimde gösterebilmektedir. Fiziksel, cinsel, duygusal şiddetin yanı sıra toplumumuzda özellikle kadınlara yönelik olmak üzere toplumun “zayıf” olarak değerlendirilen her kesimine uygulanan diğer şiddet türü ise, ekonomik şiddettir ve paranın ve ekonomiyi oluşturan her türlü kaynağın, kadınlar, çocuklar ya da ihtiyacı olan her insan üzerinde bir yaptırım aracı olarak kullanılması durumudur. Saydığımız bütün bu fiziksel, cinsel, ekonomik ve duygusal şiddetin toplumda kendisini sıklıkla gösterdiği alanlardan birisi ailedir. İlkokul sıralarından beri öğrenegeldiğimiz şekilde toplumun temel taşını oluşturan aile biriminde gözlenen bu şiddet, toplumda, aslında bireysel olarak yaşanan acıların hepsinin toplamından daha büyük infiale neden olmaktadır. Pek çok davranış gibi, şiddet davranışı da, adeta nesilden nesile aktarılmakta, bir anlamda nesiller arasında ortak bir bilinçdışı aktarılarak bu davranışın sürdürülmesi sağlanmaktadır. İnsan, bedeni ve ruhsal yapısıyla bir bütün olarak ele alınması gereken bir varlıktır. Bedeninde ya da ruhsal yapısında meydana gelen herhangi bir aksaklık, tıpkı bir mekanik aksamda yer alan dişlilerden birinin sıkışması sonucu tüm aksamın bozulması ya da durması gibi, insanda bütün olarak bir bozulmaya yol açabilmektedir. Şiddet de, bu aksamın bozulmasına neden olan eylemlerden biridir çünkü insanın beden ve ruhsal yapısının bütünlüğüne karşı yapılmış bir saldırıdır. Bu saldırı neticesinde kişide meydana gelen ilk duygu ise, kendi hayatı üzerinde kontrolünü kaybetmiş olma duygusu olacaktır. Sonuçta kişinin yaşam kalitesi bozulur, yardım arayışında ya da sağlık hizmetlerini kullanma oranında artış gözlenir, çocuklarının ruhsal gelişimleri üzerinde de doğrudan olumsuz etkilere neden olabilir. Aile içi şiddetin dünyada ve Türkiye’de önemli bir sağlık sorunu olduğu bilinen bir gerçek. Literatürü incelediğimizde, son 15-20 yılda, dünyanın her yerinde, eş şiddetiyle ilgili çok sayıda araştırma yapıldığını görüyoruz. Tüm dünya nüfusunu temel alan 48 çalışmanın verilerine göre, Dünya Sağlık Örgütü, kadınların eşleri ya da partnerleri tarafından şiddete uğrama oranını % 10-69 arasında bildirmektedir; tahminlere göre tüm dünyada üç kadından biri yaşamlarının bir döneminde dövülmekte, cinsel ilişkiye zorlanmakta ve diğer yollarla taciz edilmektedir. T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu'nun yaptığı araştırma sonuçlarına göre; aile içi şiddet ülkemizde de yaygındır. Ailelerin % 34'ünde fiziksel şiddete, %53'ünde ise sözel şiddete rastlanmaktadır. Aynı araştırmada çocuklara yönelik şiddetin de %46 oranında olduğu, cinsel şiddet ve tacize rastlanma oranının ise %9 olduğu belirtilmektedir. Şiddete maruz kalanların %80'i yapacak fazla bir şey olmadığına inanıyorlar. Bu durum daha önce de bahsedildiği üzere, çaresizliğin kabulü anlamına geliyor ve şiddete maruz kalan kişinin giderek daha da pasif kalmasına neden oluyor. Peki, şiddet bu kadar artmışken, ya da zaten hep böyleyken nedir şiddeti destekleyen unsurlar? Ne oluyor da şiddeti uygulamak bu denli kolaylaşıyor? Elbette şiddetin nedenselliği üzerine hep konuşuldu ve hala üzerine fikirler üretilen, araştırmalar yapılan bir konu. Nedenselliğinden ziyade şiddet uygulamayı kolaylaştıran etkenlere değinmek istiyorum bu kez. Bu kadar kolay bir şey midir bir insanı hırpalamak, canını yakmak, onu tehdit etmek, savunmasız bırakmak? Ekonomik koşullar, bireysel patolojilerin/sorunların varlığı ve şiddeti, eşler arası aldatma, ailelerin ve eşlerin eğitim düzeyi, kıskançlık, dedikodu ve/ya intikam alma gayretleri, eşlerin prestij ve statüye verdikleri önem, eşte madde kullanım bozukluğu ve/ya ruhsal hastalık varlığı, namus kavramına ilişkin algılar, alkolün kullanım miktarı ve sıklığı, çocukluk yaşantılarında şiddet görmüş olma gibi pek çok faktör, çoklu ya da tekil olarak şiddeti hem doğuran ama aynı zamanda sürdürülmesine de katkı sağlayan durumlar arasında yer alır. Bütün bu şiddeti doğuran, tetikleyen ya da kolaylaştıran etkenler arasında, çok yaygın olarak gözlenen durumlardan biri de alkol kullanımıdır. Alkol kullanım oranı, kişinin hem sosyal bağlamına hem de bireysel patolojilerine göre farklılaşır. Kadın ve erkeklerin alkol kullanım oranlarına dair az sayıda yapılan çalışmalar, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de erkekler arasında alkol/madde kullanımının daha yaygın olduğuna ancak kadınlar arasında alkol kullanımının hızla yaygınlaştığına da dikkat çekmektedir. Dünya Sağlık Örgütü'nün verilerine göre, Türkiye’de alkol tüketimi giderek artmaktadır. Erişkin nüfusta alkol kullanımının yaygınlığına dair sağlıklı veriler bulunmamakla beraber, alkol üretim ve tüketiminin son 20 yılda büyük artış gösterdiği bildirilmektedir (TUBITAK 2003). Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verileri de bu bulguları desteklemektedir. Ülkemizdeki alkollü içecek tüketimi 1997 yılında 867.9 milyon litre iken, 2006 yılında 968.9 milyon litreye yükselmiştir. Sosyal ortamlarda alkol kullanımından farklı olarak alkol bağımlılığı, bireyin beden ve ruh sağlığını, aile ilişkilerini, sosyal ve iş uyumunu bozacak derecede alkol alma ve alkol alma isteğini durduramama şeklinde ortaya çıkan bir ruhsal sorun olarak karşımıza çıkar. Alkolün şiddet davranışını kolaylaştıran ve/ya hızlandıran bir etki yaptığını söylemek mümkündür. Alkol bağımlılığı birey ve aileyi çok yönlü etkilemekte olup, bir yandan bireyde ağır ruhsal ve bedensel sorunlara, diğer yandan bireyin kişiler arası ilişkilerinde, aile yaşamında bozulmaya, ev içi şiddete, aile içi sorunların artmasına, eşler arasında anlaşmazlıklara neden olur. Alkol alındıktan sonra evde şiddetin uygulanması durumunda, o evde yaşayan her birey, bu şiddetten ve huzursuzluktan nasibini alır. Özellikle şiddetin kuşaktan kuşağa aktarılmasında evde yaşanan bu şiddet davranışlarının da payı büyüktür. Gençlerin şiddet davranışını kazanmalarında ailesel kaynakların bu denli önemli olmasının nedeni, ailenin ilk temel sosyalleşme işlevini gören kurum olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü, çocuğun okul öncesi aile içindeki gelişimi veya sosyalleşme biçimi, çocuğun gelecekte şiddete olan yönelimini önemli ölçüde belirler. Bu çerçevede şiddet davranışı gerçekleştiren bireylerin, şiddet davranışını sergilemeyenlere nispeten daha çok aile içi şiddete maruz kaldıkları veya daha çok şiddet davranışının sergilendiği ortamlarda büyüdükleri söylenebilir. Alkol bağımlılığı, çocuklar üzerinde gözlenen bu etkilerin yanı sıra,alkol alan bireyin ve ailesinin sosyal ilişkilerde azalmaya, cinsel ilişkilerde bozulmalara ve sapkınlıklara, aile içinde ve sosyal çevrede kişiler arası iletişim sorunlarına, gündelik işlerin yapılmasında güçlüklere, güvensizliğe, problem çözme hususunda başarısızlıklara ve bunların yanı sıra ekonomik olarak da zorluklara neden olur. Ayrıca alkol alan bireyin içinde yaşamakta olduğu aile içinde oldukça güç durumlar meydana gelmekte; eşler ya da aileler psikosomatik hastalıkların yanı sıra depresyon, çaresizlik, yeme bozuklukları, sosyal geri çekilme gibi sorunlar deneyimlemektedirler. Alkol ve beraberinde getirdiği şiddet, hem ülkemizin hem de dünyanın süregelen önemli sorunlarından biri olarak hala güncelliğini korumaktadır. Alkolün bireysel olarak yol açtığı sorunların yanı sıra toplumun en küçük birimi olarak aileye de kalıcı ve çoğu zaman geri dönüşümsüz hasar verdiği, gelecek nesilleri de derinden etkilediği unutulmamalıdır. Serpil K. GÜNYÜZ Uzman Psikolog-Psikoterapist